Soru-4:
Menhac kitabının 53. sayfasında şöyle geçmektedir: “Şüphesiz İslam’a dönük bir kamuoyunun oluşması, İslam’ın ümmetin kurtuluş ümidi haline gelmesi, Hilafet konuşulmazken herkes tarafından konuşulmaya başlaması, Hilafet’in ikamesi ve Allah’ın inzal ettikleriyle yönetimin geri gelmesinin tüm Müslümanların umudu haline gelmesi Allah’ın bizlere ve insanlara bir fazlıdır.”
Burada kamuoyundan bahsedilmiş ama genel uyanıklıktan bahsedilmemiştir. Bunun bir nedeni var mıdır? Yine metodun ikinci merhalesi tartışılırken kitabın 45. sayfasında şöyle geçmektedir: “Ümmet nezdinde genel bir uyanıklık oluşturmak ve onunla kaynaşmak için… ümmetin genelini, hizbin benimsediği İslam fikirleri ve hükümleriyle toplu olarak kültürlendirmek…” Yani genel bir uyanıklığı şart koşarken kamuoyundan bahsetmemektedir…?! Neden böyle bir farklılık vardır?
Sonra, “genel uyanıklığın” manası nedir? Mesela Hilafet’e dönük genel bir uyanıklık nasıl olacak?
Cevap-4:
Birçok yerde “kamuoyunun, genel uyaklıktan kaynaklandığından” bahsetmişizdir… Bazı zaman sadece “kamuoyu” yada sadece “genel uyanıklık” şeklinde söylediğimizde buda doğrudur. Çünkü talep edilen kamuoyu olup bu, genel uyanıklıktan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla ikisi de bir silsilenin içindedir. Dolayısıyla silsilenin bir parçasını zikredip diğer bir parçasını zikretmemek doğrudur.
وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ إِذَا أَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ “Sizi topraktan yaratması O’nun ayetlerindendir. Sonra siz, [her tarafa] yayılan bir beşer oldunuz.” [Rum 20]
Ve Subhânehu şöyle buyurmuştur:
الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنْسَانِ مِنْ طِينٍ “Yarattığı her şeyi güzel yapan ve insanı bir çamurdan yaratmaya başlayan O’dur.” [Secde 7]
Ve Subhânehu şöyle buyurmuştur:
وَلَقَدْ خَلَقْنَا ٱلإِنسَانَ مِن صَلْصَالٍ مِّنْ حَمَإٍ مَّسْنُونٍ “Andolsun biz insanı, [pişmiş] kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.” [Hicr 26]
Ve Subhânehu şöyle buyurmuştur:
خَلَقَ ٱلإِنسَانَ مِن صَلْصَالٍ كَٱلْفَخَّارِ “Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.” [Rahman 14]
Âyet-i Kerime’lerin, bazen toprağı bazen çamuru bazen kuru bir çamuru bazen de çamura benzeyen bir balçığı zikrettiği görülmektedir. “Salsal: Pişirilmemiş ama çamurlaşmış kuru bir çamurdur. Pişirildiğinde ise Fahhar, yani pişmiş çamur olmaktadır.”
Dolayısıyla bunların hepsi, bir silsile halindedir: Toprak, sonra pişirilmemiş kuru çamur, sonra da pişirilmiş çamur gibi… Zira silsilenin herhangi bir parçasını zikretmek doğrudur.
Hakeza “kamuoyu, genel uyanıklıktan kaynaklanmaktadır” sözü de bir silsiledir. Dolayısıyla “kamuoyu, genel uyanıklıktan kaynaklanmaktadır” şeklinde birlikte söylenmesi de doğru olur veya “kamuoyu” yada “genel uyanıklık” şeklinde söylenmesi de doğru olur. Zira hepsi de doğrudur ve bir ihtilafta yoktur. Özellikle siyak ta açıktır.
Genel uyanıklığın manasına gelince:
([الوعي] “el-Vaî” uyanıklık, [وعي] “vaâ“‘dan, yani anlamaktan gelmektedir. Sözlükte geçtiği üzere lügatte şöyledir: [وعي] “vaâ”: [الوَعْيُ] “el-Va’yu”: Kalbin bir şeyi hıfzetmesi demektir. Bir şeyi anladı ve konuşmayı güzel bir şekilde anladı demektir. [أَوْعاه] “evâhu”: onu hıfzetti, anladı ve kabul etti demektir. Zira o, [واعٍ] “vâin”, yani uyanık birisidir. Filan kişi filan kişiden daha anlayışlıdır. Yani hıfzetmekte ve anlamaktadır. Zira hadiste şöyle geçmektedir:
نَضَّر اللَّهُ امْرَأً سَمِعَ مَقالَتي فوَعاها، فَرُبَّ مُبَلِّغٍ أَوْعَى مِنْ سَامِعٍ “Benim sözümü dinleyip onu [başkalarına] anlatan kişinin Allah yüzünü nurlandırsın. [Bir söz] kendisine iletilen nice kimse vardır ki [onu ilk] duyandan daha iyi anlar.”)
[العام] “genel”:Bu idrakin kapsamlı olmasıdır. Meselede vurgulanan da budur.
Hilafet’e dönük genel bir uyanıklığın nasıl olacağına gelince; bu, Hilafet lafzının bir parçasıyla bilinmez. Bilakis aynı şekilde onda, bazı açık hükümler vardır ki bunlar farzdır. Mesela Halife’nin tek olması ve biatın rıza ve seçimle olması gibi… Ayrıca Halife’nin, iç ve dış işlerinin gözetilmesi gibi bazı bariz yetkileri bilindiğinde.. buna, “bazısı” deriz. Çünkü genel uyanıklık, tüm detayların bilinmesi anlamına gelmez bilakis genel olması yeterlidir ki; böylece insan, Hilafet’e dair genel bir uyanıklığa sahip olmuş olsun… Dolayısıyla diğer hususlar da böyledir.
H. 22. Şevval 1432
M. 20.09.2011
Soru-5:
Kitaplarımızda: insanın temel ihtiyaçlarının, yemek, giymek ve mesken gibi üç olduğu geçmektedir. O halde aşağıda geçenler dikkate alındığında aynı şekilde tedavinin de insanın temel ihtiyaçlarından olduğunu söylememiz caiz olur mu?:
Bazı tehlikeli hastalıklar vardır ki tedavi edilmediği zaman bu, bedene büyük bir zarar verebilmektedir. Bu ise şu zarar kaidesine göre caiz değildir: لا ضرر ولا ضرار “Zarar vermekte yoktur. Zarar görmekte yoktur…”
Soru şudur: Hastalığın, ağır ve hafif olmak üzere iki çeşit olduğunu söylememiz caiz olur mu? Soğuk algınlığı, burun akıntısı, baş ağrısı.... ve benzerleri gibi hafif hastalıkların tedavisi menduptur ve beyin ve kalp ameliyatı, grip, bacak kırılması... ve benzeri gibi ağır hastalıkların tedavisi farzdır gibi…?
Cevap-5:
1-Temel ihtiyaçlar iki çeşittir: “Yiyecek, giyecek ve mesken” gibi ferdin temel ihtiyaçları. “Tıp, güvenlik ve öğretim” gibi ümmetin temel ihtiyaçları. Bu, Mukaddime kitabının ikinci bölümünün 125. maddesinin şerhinde ayrıntılı olarak geçmektedir. Görünen o ki Mukaddime kitabının ikinci bölümünün ikinci baskısı daha henüz sizin dilinize tercüme edilmemiş. Ancak yine de aşağıda cevabı bulacaksınız…
Sonuçta ben size, onun metninde geçenleri aktaracağım:
[Ferdin temel ihtiyacının yiyecek, giyecek ve mesken olup bunların dışındakilerin fazlalık olduğunun delillerine gelince; Ahmed, Ahmed Şakir’in Osman İbn-u Affan [RadiyAllahu Anh] kanalıyla sahihlediği isnadla Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]‘in şöyle buyurduğunu tahric etmiştir: كُلُّ شَيْءٍ سِوَى ظِلِّ بَيْتٍ، وَجِلْفِ الْخُبْزِ، وَثَوْبٍ يُوَارِي عَوْرَتَهُ، وَالْمَاءِ، فَمَا فَضَلَ عَنْ هَذَا فَلَيْسَ لابْنِ آدَمَ فِيهِ حَقٌّ “Bir ev gölgesi, katıksız bir ekmek, avretini örteceği bir ev ve su dışındaki her şeyde ve bunun fazlasında Ademoğlunun hakkı yoktur.” Bu hadis başka bir lafızla şöyle varit olmuştur: لَيْسَ لابْنِ آدَمَ حَقٌّ فِي سِوَى هَذِهِ الْخِصَالِ: بَيْتٌ يَسْكُنُهُ، وَثَوْبٌ يُوَارِي عَوْرَتَهُ، وَجِلْفُ الْخُبْزِ وَالْمَاءِ “Ademoğlunun şu şeyler dışında hakkı yoktur: İkamet edeceği bir ev, avretini örteceği bir elbise, katıksız bir ekmek ve su.” [Tirmizi, tahric etti ve hasen sahih dedi] Hadisin iki lafzında zikredilen şeylerin yiyecek, giyecek ve mesken olduğuna delalet etmektedir: [ظِلُّ بَيْتٍ] “Bir ev gölgesi”, [بَيْتٌ يَسْكُنُهُ] “İkamet edeceği bir ev”, [َثَوْبٍ يُوَارِي عَوْرَتَهُ] “Avretini örteceği bir elbise” ve [َجِلْفُ الْخُبْزِ وَالْمَاءِ] “Katıksız bir ekmek ve su” kafidir ve bunda kifayet vardır. Hadiste geçen, [فَمَا فَضَلَ عَنْ هَذَا فَلَيْسَ لابْنِ آدَمَ فِيهِ حَقٌّ] “Bunun fazlasında Ademoğlunun bir hakkı yoktur” kavli, bu üç hacetin temel ihtiyaç olduğu hususunda gayet açıktır. Dolayısıyla bu iki hadis, temel ihtiyaçların yiyecek, giyecek ve mesken olduğu, bunlardan fazlasının temel olmadığı ve bunların doyurulmasıyla fertlerin temel ihtiyaçlarının doyurulmuş olacağı hakkında bir nasstır.
Ayrıca şeri deliller, sadece fertlerin fert fert temel ihtiyaçlarının giderilmesini zorunlu kılmakla kalmamış bilakis tebaa için güvenliğin, sağlığın ve eğitimin sağlanması gibi ümmetin temel ihtiyaçlarının giderilmesini de zorunlu kılmıştır:
Güvenliğe gelince; devletin temel görevlerindendir. Zira tebaanın güvenliğini ve emniyetini sağlamak devlete aittir. Hatta kendi güvenliğini sağlayamayan bir devlet varlığını kaybeder. Bunun içindir ki Dâr-ul İslam’da İslami Devlet’in kendi güvenliğini kendi kuvvetleriyle sağlamaya muktedir olması şarttır. Bundan dolayı Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Müslümanlara hicret edecekleri dârı haber verdiğinde ilk dile getirdiği şey güvenlik olmuştur. Zira İbn-u İshak’ın Sîret’inde rivayet ettiğine göre SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Mekke’de ashabına şöyle demiştir: إِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ جَعَلَ لَكُمْ إِخْوَاناً وَدَاراً تَأْمَنُونَ بِهَا “Allah [Azze ve Celle] size kardeşler ve güvende olacağınız bir dâr verdi.” Yine Ahmed’in sahih isnadla Enes’ten rivayet ettiğine göre Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] ve arkadaşı Eba Bekir’i karşıladıklarında Ensarın onlara söylediği ilk şey şu olmuştur: فَاسْتَقْبَلَهُمَا زُهَاءُ خَمْسِمائةٍ مِنَ الأَنْصَارِ حتى انْتَهَوْا إِلَيْهِمَا. فقالت الأنصارُ: انْطَلِقَا آمِنَيْنِ مُطَاعَيْنِ “O ikisini Ensardan yaklaşık beş yüz kişi karşıladı. Ta ki onların yanına gelince Ensar dedi ki: “Emin ve itaat olunmuş olarak hareket edin.” Dolayısıyla tebaanın güvenliğini sağlamak devletin temel görevlerindedir.
Sağlık ve tedaviye gelince; bunları tebaaya temin etmek devletin görevlerindendir. Zira klinikler ve hastaneler, Müslümanların şifa ve tedavi amaçlı kullandıkları birer kamu kurumudur. Dolayısıyla aslen sağlık, maslahatlar ve kamu hizmetlerindendir. Maslahatları ve kamu hizmetlerini yerine getirmek ise devlete aittir. Çünkü bunlar, Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]‘in şu kavli gereği gözetimi devlete ait olan şeylerdendir: الإِمَامُ رَاعٍ وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ “İmam [Halife] bir çobandır ve o, raiyyesinden mesuldür.” [el-Buhari, Abdullah İbn-u Ömer kanalıyla tahric etti] Bu hadis, devlete vacip olan gözetime dahil olmalarından dolayı sağlık ve tedaviden devletin sorumlu olduğu hususunda genel bir nasstır.
Sağlık ve tedaviye has deliller de vardır: Muslim, Cabir kanalıyla şöyle dediğini tahric etmiştir: بَعَثَ رَسُولُ اللَّهِ إِلَى أُبَيِّ بْنِ كَعْبٍ طَبِيبًا فَقَطَعَ مِنْهُ عِرْقًا ثُمَّ كَوَاهُ عَلَيْهِ “Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Ubeyy İbn-u Ka’b'a bir doktor gönderdi. O da ondan bir damar kesti sonra üzerini dağladı.” Keza el-Hakim, Mustedrak’ta Zeyd İbn-u Eslem’den babasının şöyle dediğini tahric etmiştir: مَرِضْتُ فِي زَمَانِ عُمَرَ بِنَ الْخَطَّابِ مَرَضاً شَدِيداً فَدَعَا لِي عُمَرُ طَبِيباً فَحَمَانِي حَتَّى كُنْتُ أَمُصُّ النَّوَاةَ مِنْ شِدَّةِ الْحِمْيَةِ “Ömer İbn-ul Hattab’ın zamanında çok ağır hasta oldum. Bunun üzerine Ömer, benim için bir tabip çağırttı. O kadar ateşlendim ki ateşin şiddetinden çekirdekleri emiyordum.”
Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], yönetici sıfatıyla Ubeyy’e bir doktor göndermiş ve ikinci raşid Halife Ömer [RadiyAllahu Anh], tedavi etmesi için Eslem’e bir doktor çağırtmıştır. İşte bu iki olay, sağlık ve tedavinin devletin ihtiyacı olan kimselere ücretsiz olarak sağlaması gereken tebaanın temel ihtiyaçlarından olduğuna dair birer delildir.
Eğitime gelince; çünkü Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Müslümanların evlatlarından onuna (okuma-yazma) öğretmeyi kafir esirlerin fidyesi kıldı. Fidye bedeli ganimetlerdendir ve tüm Müslümanların mülküdür… Ve çünkü sahabe, öğretmenlere ücret olarak Beyt-ul Mâl’den belirli miktarda yiyecek verilmesi üzerinde icmâ etmiştir.
Binaenaleyh devlet, tebaanın tamamı için güvenliği, sağlığı ve eğitimi sağlamalı ve Beyt-ul Mâl, Müslüman ile zimmi, zengin ile fakir arasında ayrım yapmaksızın… bunları garantilemelidir.
Ferdin ve ümmetin temel ihtiyaçlarının öneminden dolayı Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], bu ihtiyaçların önemine kinaye olarak bunları temin etmenin dünyanın tamamına sahip olmak gibi olduğunu beyan etmiştir. Zira Tirmizi, Seleme İbn-u Ubeydillah İbn-u Mıhsan el-Ensari’nin -sohbeti olduğu- babasından Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]‘in şöyle buyurduğunu tahric etmiştir: مَنْ أَصْبَحَ مِنْكُمْ آمِنًا فِي سِرْبِهِ مُعَافًى فِي جَسَدِهِ عِنْدَهُ قُوتُ يَوْمِهِ فَكَأَنَّمَا حِيزَتْ لَهُ الدُّنْيَا “Her kim evinde emin, bedeninde afiyette olur, yanında da günlük kuvveti (iaşesi) bulunursa, âdeta dünya onun olmuş olur.” Ebu İsa, bu hadisin hasen garip olduğunu söyledi. Aynı şekilde İbn-u Mace, bu hadisi hasen isnad ile rivayet etti. Ebi Naim’in el-Hılya eserinde Ebi’d Derda kanalıyla bir benzeri ama ek olarak [بحذافيرها] “dünyalar”, yani [حِيزَتْ لَهُ الدُّنْيَا بِحَذَافِيرِهَا] “dünyalar onun olmuş olur” şeklinde geçmiştir.] Kitabın metni bitmiştir.
Velhasıl temel ihtiyaçlar iki çeşittir:
Ferdin temel ihtiyaçları: Yiyecek, giyecek ve mesken gibi. Dolayısıyla devletin, şeri hükümlere göre her bir ferdin temel ihtiyaçlarını sağlaması gerekmektedir. Yani ya çalışanı, şayet yoksa ailesi, şayet buda yoksa devlet tarafından karşılanmalıdır.
Ümmetin temel ihtiyaçları: Güvenlik, sağlık ve öğretim gibi. Devlet bunların tamamını ümmete sağlamalıdır. Herkesin sağlığı için kamu hastaneleri, devlet doktorları ve yeterli oranda kamu eczanelerinin bulunması gibi. Güvenlik ve öğretim de aynı şekildedir.
2- Tedavinin şeri hükmü hakkında; hafif hastalık halinde mendup ağır hastalık halinde ise farzdır şeklinde bahsetmenize gelince… Mesele bu şekilde değildir. Bilakis her ne kadar insanın başına gelen hastalık Allahu Subhânehu’nun bir kazası olsa da ister hafif isterse ağır olsun tedavinin şeri hükmü menduptur. Buna dair deliller şunlardır:
جَاءَ أَعْرَابِيٌّ فَقَالَ: يَا رَسُولَ اللَّهِ، أَنَتَدَاوَى؟ قَالَ: نَعَمْ، فَإِنَّ اللَّهَ لَمْ يُنْزِلْ دَاءً إِلاَّ أَنْزَلَ لَهُ شِفَاءً، عَلِمَهُ مَنْ عَلِمَهُ وَجَهِلَهُ مَنْ جَهِلَهُ “Bir Arabi gelerek dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü tedavi olmalı mıyız? Buyurdu ki: “Evet. Şüphesiz Allah, şifasını yaratmadığı hiç bir dert yaratmamıştır. Her kim onu (şifayı) bilmişse onu bilmiş olur. Her kim de onu bilmezsse onun cahili olur.” [Ahmed, Usâme İbn-u Şerîk kanalıyla tahric etti] Yine Tebarani’in Mucem-il Kebir’deki rivayetinde Usâme İbn-u Şerîk kanalıyla şöyle dediği geçmiştir: كُنَّا مَعَ رَسُولِ اللَّهِ، فَأَتَاهُ نَاسٌ مِنَ الأَعْرَابِ فَسَأَلُوهُ، فَقَالُوا: يَا رَسُولَ اللَّهِ، أَنَتَدَاوَى؟ قَالَ: نَعَمْ، إِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ لَمْ يُنْزِلْ دَاءً إِلا أَنْزَلَ لَهُ شِفَاءً “Biz Nebi [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]‘in yanında iken Arabiler gelerek dediler ki: Ey Allah’ın Resulü tedavi olmalı mıyız? Buyurdu ki: “Evet. Şüphesiz Allah, şifasını yaratmadığı hiç bir dert yaratmamıştır.” Tirmizi’de ise Usâme İbn-u Şerîk’ten şu lafızla geçmiştir: قَالَتْ الأَعْرَابُ يَا رَسُولَ اللَّهِ، أَلا نَتَدَاوَى؟ قَالَ: نَعَمْ، يَا عِبَادَ اللَّهِ تَدَاوَوْا، فَإِنَّ اللَّهَ لَمْ يَضَعْ دَاءً إِلا وَضَعَ لَهُ شِفَاءً، أَوْ قَالَ دَوَاءً إِلا دَاءً وَاحِدًا، قَالُوا: يَا رَسُولَ اللَّهِ، وَمَا هُوَ؟ قَالَ: الْهَرَمُ “Arabiler dediler ki: Ey Allah’ın Resulü tedavi olmalı mıyız? Buyurdu ki: “Evet. Ey Allah’ın kulları tedavi olunuz. Şüphesiz Allah [Azze ve Celle] şifasını yaratmadığı hiçbir dert yaratmamıştır.” Veya şöyle buyurdu: “Tek bir derdin şifası yoktur.” Dediler ki: “Ey Allah’ın Resulü! Nedir o?” Buyurdu ki: “el-Heramu.” [Tirmizi, bu hadisin hasen sahih olduğunu söyledi] Fethalı Hâ ve Râ ile el-Harem: ölüm ve yok oluşla sonuçlanan aşırı yaşlılıktır. Yani ölümün ilacı yoktur demektir.
Aynı şekilde Ahmed Enes’tan, Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]‘in şöyle buyurdu dediğini rivayet etmiştir:
إِنَّ اللَّهَ حَيْثُ خَلَقَ الدَّاءَ، خَلَقَ الدَّوَاءَ، فَتَدَاوَوْا “Derdi yaratan Allah, dermanını da yaratmıştır. O halde tedavi olunuz.”
Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] bu hadislerde, bazen “tedavi olunuz” şeklindeki açık bir emirle, bazen de “Tedavi olalım mı? Diyen kişiye, evet şeklinde buyurmak” suretiyle soruya cevap vererek tedaviyi emretmiştir.
Emir, mutlak talebi ifade eder. Kesin [cazim] bir emir olmadıkça da vucubiyeti ifade etmez. Cazim ise kendisine delalet eden bir karineye muhtaçtır. Dolayısıyla hadislerde, vucubiyete delalet eden karineler bulunmamaktadır.
Bunun yanı sıra tedavinin terkedilmesine dair hadisler de varit olmuştur. Dolayısıyla bu hadisler, vucubiyet ifadesini nefyetmektedir. Nitekim Müslim, İmrân Bin Hasîn’den Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]‘in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مِنْ أُمَّتِي سَبْعُونَ أَلْفًا بِغَيْرِ حِسَابٍ» ، قَالُوا: مَنْ هُمْ يَا رَسُولَ اللهِ؟ قَالَ: «هُمُ الَّذِينَ لا يَسْتَرْقُونَ، وَلا يَتَطَيَّرُونَ، وَلا يَكْتَوُونَ، وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ “Ümmetimden yetmiş bin kişi hesaba çekilmeden cennete girecektir.” Dediler ki; bunlar kimlerdir ya Resulullah? Buyurdu ki: “Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye başvurmayanlar, teşâüm’e (uğursuzluğa) inanmayanlar ve Rablerine tevekkül edenlerdir.” [Müslim rivayet etti]
Buharî İbn-u Abbas’dan şöyle dediğini rivayet etmiştir:
هذه المرأة السوداء أتت النبي فقالت، إني أصرع وإني أتكشف، فادع الله لي، قال «إِنْ شِئْتِ صَبَرْتِ وَلَكِ الجَنَّةُ، وَإِنْ شِئْتِ دَعَوْتُ اللَّهَ أَنْ يُعَافِيَكِ» فقالت: أصبر، فقالت إني أتكشف، فادع الله أن لا أتكشف، فدعا لها “İşte dedi, şu siyah kadın var ya, o, Nebî [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]‘e gelip; “Ben saralıyım, (nöbet gelince) üstümü başımı açıyorum, Allah’a benim için duâ ediver (hastalıktan kurtulayım).’ dedi. Aleyhissalâtu vesselâm; “Dilersen sabret, sana Cennet verilsin, dilersen sana şifa vermesi için Allah’a dua edivereyim.’ dedi. Kadın; “Öyleyse sabredeceğim, ancak üstümü başımı açmamam için duâ ediver.’ dedi. Rasulullah da ona öyle duâ etti.” İşte bu iki hadis, tedavinin terkinin caiz olduğuna delalet etmektedir. Birinci hadiste, kendilerini dağlatmayanları ve rukyeye başvurmayanları, yani tedavi olmayanları, bilakis işi Rablerine bırakarak tüm işlerinde O’na tevekkül edenleri hesaba çekilmeden cennete girecekler olarak nitelendirmiştir. Zira dağlama ve rukye tedavi şekillerindendir. Hatta Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], rukye ile tedaviye teşvik etmiştir. Nitekim Cibrîl Aleyhi’s Selam’ın ona rukye yapmasının yanı sıra o şöyle buyurmuştur:
الشِّفَاءُ فِي ثَلاَثَةٍ: فِي شَرْطَةِ مِحْجَمٍ، أَوْ شَرْبَةِ عَسَلٍ، أَوْ كَيَّةٍ بِنَارٍ، وَأَنَا أَنْهَى أُمَّتِي عَنِ الكَيِّ “Üç şeyde şifa vardır: Hacamat, bal şerbeti ve ateşle dağlama; ben ise ümmetimi ateşle dağlamadan men ederim.” [Buhari, İbn-u Abbas tarıkıyla rivayet etti] İkinci hadiste, Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]‘in, mevcut sara hastalığına sabredip kendisine cennet verilmesi yada kendisi için dua edip sarasına şifa verilmesi arasında kadını muhayyer bırakması tedavinin terkinin caiz olduğuna delalet etmektedir. Böylece bu iki hadis, bu hadislerde varit olan tedavi emrini vacip olmaktan çıkarmaktadır. Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]‘in tedaviye şiddetle teşvik etmesi ise hadislerde varit olan tedavi emrinin mendup olduğunu göstermektedir.
İbn-u Mace’nin rivayet ettiği لا ضَرَرَ وَلَا ضِرَارَ “Zarar vermekte yoktur. Zarar görmekte yoktur…” hadisine gelince; bu hadis, kişinin bir başkasına yada kendisine zarar vermesiyle ilgilidir. Dolayısıyla bunun hükmü, zarar kaidesinde açıklanmıştır. Dolayısıyla da insanın üzerine Allahu [Subhânehu ve Te’âla]‘nın bir kazası olarak vaki olan hastalıkla bir ilgisi yoktur.
H. 26. Şevval 1432
24.09.2011
Soru-6:
Oturumların birinde dua konusu hakkında bir tartışma meydana geldi. Özellikle de Mefhumlar kitabının 64. sayfasında geçenler hakkında… Kitapta varit olanlar alındığında: Dua, sadece sevap talep etmek için midir? Yoksa onun, somut bir neticesi olabilir mi? İslamî fikrin uygulama metodu, duaya dahil değil midir dahası o, somut neticeleri gerçekleşen meddî eylemler midir? Bu amellerin, dua ile ilişkilendirilmesi İslam metoduna aykırı mıdır? Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]‘in şu hadisi ne anlama gelmektedir:
مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَدْعُو بِدَعْوَةٍ لَيْسَ فِيهَا إِثْمٌ، وَلا قَطِيعَةُ رَحِمٍ، إِلا أَعْطَاهُ اللَّهُ بِهَا إِحْدَى ثَلَاثٍ: إِمَّا أَنْ تُعَجَّلَ لَهُ دَعْوَتُهُ، وَإِمَّا أَنْ يَدَّخِرَهَا لَهُ فِي الآخِرَةِ، وَإِمَّا أَنْ يَصْرِفَ عَنْهُ مِنَ السُّوءِ مِثْلَهَا قَالُوا: إِذًا نُكْثِرُ، قَالَ: «اللَّهُ أَكْثَرُ “Herhangi bir Müslüman Allah’a, günahı içermeyen veya sılayı rahmi kesmekle ilgili olmayan bir dua ederse Allah ona, şu üç şeyden birini verir: Ya ona istediği şeyi hemen verir veya (mükafatını) ahirette (vermek) için saklar veya da yaptığı dua kadarıyla başına gelecek kötülüğü ondan uzaklaştırır.” Dediler ki; o zaman biz, çok (dua) ederiz. Buyurdu ki: اللَّهُ أَكْثَرُ “(Allah’ın rahmet hazinesi) daha çoktur.” Yani burada, Allah’ın dua edenin ihtiyacını dünyada iken hemen gerçekleştirebileceği şeklinde duadan dolayı meydana gelen somut neticeler yok mudur? Ayrıca Allah, Âyet-i Kerime’de darda kalan bir kişi dua ettiğinde onun duasına icabet edeceğini söyleyerek kullarına ihsanda bulunmaktadır: أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ “(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren mi?” [Neml 62]
Bu hususu açıklamanızı rica ediyoruz. Allah sizi hayırla mükafatlandırsın?
Cevap-6:
Görünen o ki Mefhumlar kitabının 64. sayfasında geçenlerin anlaşılması noktasında bir karışıklık olmuş. Zira orada, dua’nın belirli bir durum bağlamında olan “sevap” gibi somut olmayan neticeleri gerçekleştirdiği geçmektedir. Ayrıca şeri naslar, meselenin uygulama metodunun nasıl olacağını ortaya koymuştur. Fakat biz bunu kullanmadık bilakis sadece dua ile yetindik. Ayrıca kitapta, kalenin fethedilmesi yada düşmanın öldürülmesi yönünde cihat ve dua ile ilgili bir örnek de verilmektedir…
Bu dua halinin dışında olanlara gelince; Allah’ın izniyle onda, sevabın yanı sıra somut neticeler de ortaya çıkmaktadır. Aynen soruda varit olan Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]‘in hadisinde geçtiği gibi.
Meselenin daha da açıklağa kavuşması için Mefhumlar kitabının ilgili sayfalarında geçenleri arz edeceğim:
1- Kitabın 64. sayfasının başında şöyle geçmektedir: “Metoda müteallik şer’î hükümlerin delalet ettiği bu amelleri tetkik eden görür ki bunlar, somut neticeler gerçekleştiren maddî amellerdir ve bunlar, somut olmayan neticeler gerçekleştiren ameller değildir.”
Bu doğrudur. Zira deliller sonucunda metot amellerinin somut neticileri gerçekleştirdiği ortaya çıkmaktadır.
2- Sonra kitap, yukarıda geçen metnin ardından kale veya şehrin fethedilmesi yada düşmanın öldürülmesi halinde cihat ile dua arasında bir karşılaştırma yapmıştır. Dolayısıyla sadece duanın metottan olmadığını ve bu durumda cihadın metottan olduğunu söylemektedir. Buda varit olan delillere göredir…
Mefhumlarda şöyle geçmektedir: “Mesela; dua, ruhî kıymeti gerçekleştiren bir ameldir, cihad da ruhî kıymeti gerçekleştiren maddî bir ameldir. Lakin dua, maddî bir amel olsa da, somut olmayan bir netice gerçekleştirir ki bu sevaptır; dua yapanın kastı, ruhî kıymeti gerçekleştirmek olsa bile. Aksine cihad, düşmanlara karşı kıtaldir ve bu, somut bir netice gerçekleştiren maddî bir ameldir ki bu, bir kaleyi yahut bir şehri fethetmek yada düşmanı öldürmek ve benzerleridir; mücahidin kastı, ruhî kıymeti gerçekleştirmek olsa bile…”
Buradaki ilişkilendirme, düşmanların öldürülmesi yada kalenin fethedilmesi anında dua ile cihat arasındaki bir ilişkilendirmedir…:
Sadece dua ile amel edildiğinde bu, somut olmayan bir netice gerçekleştirir ki buda sevaptır. Çünkü cihat halinde varit olan metot, cihat olup dua değildir. Dolayısıyla mevzu, bu meselede açıklanan metodun kullanılmadığı bir meselede kullanıldığı zaman dua arasında bir ilişkilendirmenin olmasıdır.
Somut neticelere bir etkisi olmayan ve sadece sevabın gerçekleştiği diğer durumlarda yapılan dua ile bu durumun genelleştirilmesi caiz değildir! Çünkü bir önceki paragrafta şeriattaki ameli metotla ilgili meselede alınmayacağı ve bunun yerine sadece duanın alınacağı geçmiştir. Zira duanın, somut olmayan bir neticesi vardır ki oda sevaptır.
Görünen o ki karışıklık, örneğin verildiği cümleden kaynaklanmaktadır. Zira şöyle geçmektedir: “Lakin dua, maddî bir amel olsa da, somut olmayan bir netice gerçekleştirir ki bu sevaptır…” Bazınız nezdinde cümlenin, yani “cihat” naslarının geçtiği metot için alınmaksızın sadece kalenin fethedilmesinde yada düşmanın hezimete uğramasında kullanılan belirli durumdaki örnek bağlamında “sevap” gibi sadece somut olmayan neticeleri gerçekleştiren her durumdaki duanın şeklinde geçen cümlenin genel olduğu zannı oluşmuştur.
Sebeplere bağlanmakla birlikte yapılan duaya gelince; bunun neticelere etkisi vardır. Zira bu, Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] ile sahabesi [Raıvânullahi Aleyhim]‘in üzerinde olduğu şeydir. Zira Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], ordu hazırlarken ve çardağa girerken dua ederdi. Müslümanlar, Kadisiye’de nehre dalmak için hazırlık yaparlarken Sa’d [Radıyallahu Anh] kabul etmesi için Allah’a dua ediyordu… Hakeza sadık müminler, hazırlık yaparlarken dua etmeye başlamaktadırlar. Ayrıca geçimi için büyük bir gayretle çalışan kişi de dua etmektedir. Yine öğrenci de çalışıp gayret göstermesine rağmen başarmak için Allahu Subhânehu’ya dua etmektedir. Bu nedenledir ki Allah’ın izniyle bu duaların neticelere etkisi olacaktır.
Mefhumlar kitabının 65. sahifesinin sonu ile 66. sayfasının başında şöyle geçmektedir: “Fakat bilinmelidir ki metodun delâlet ettiği bir amel, somut neticeleri bulunan maddî bir amel olsa bile, bu amelin Allah’ın emirleri ve nehiyleri ile seyrettirilmesi ve onu Allah’ın emirleri ve nehiyleri ile seyrettirmekten kastın da Allah’ın rıdvânı olması kaçınılmaz olduğu gibi, Müslüman üzerinde onun Allah Te’alâ ile olan bağını idrâkin egemen olması da kaçınılmazdır. Böylece O’na, salâh ile, duâ ile, Kur’ân tilâveti ile ve benzerleri ile yakınlaşır. Kaldı ki Müslüman, zaferin Allah’ın indinden olduğuna itikat etmelidir. Bundan ötürü Allah’ın hükümlerinin infazı için; gönüllerde temerküz etmiş takvânın varlığı kaçınılmazdır, dua kaçınılmazdır, Allah’ın zikredilmesi kaçınılmazdır, bütün ameller yapılırken Allah ile bağın devamlılığı kaçınılmazdır.” Açıktır ki müminin, bütün amellerinde duayı, sebeplere bağlanmakla ilişkilendirmesi önemlidir. Zira bütün amellerin dua ve Allah ile bağın devamlılığı ile ilişkilendirilmesinin kritik öneminin belirtilmesi için “kaçınılmaz” kelimesinin defalarca tekrarlanması bu önemi artırmaktadır…
4- Sebeplere bağlanmakla birlikte duanın kullanılması, söylediğimiz şekildedir. Ta ki Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], sahabesi [Radıyallahu Anhum] ile müminler de böyle yapmışlardır. Zira bu ikisini ilişkilendirdiğimiz de bu ikisinin neticelere etkisi olacaktır Allah’ın izniyle. Ayrıca bu ikisinin birlikte kullanılması da İslam metoduna aykırı değildir. Bilakis İslamî fikrin uygulanması için nasların açıkladığı metot olmaksızın sadece dua ile yetinmek İslam metoduna aykırıdır.
Mefhumlar kitabının 65. sayfasının ilk kısmında şöyle geçmektedir: “Bunun içindir ki İslam’ın fikrinin infazı murat edilen bütün amellerin, somut olmayan neticeler gerçekleştiren ameller haline getirilmesi tam bir ret ile reddedilir ve buna İslam’ın metoduna muhalefet olarak itibar edilir…”
Yani “İslamî fikrin uygulanması murat edilen bütün amellerin, somut olmayan neticeler gerçekleştiren ameller olması”, İslam metoduna aykırıdır. Ama bazılarının, “maddî hazırlık” gibi somut neticeler gerçekleştiren amellerle birlikte “belirli durumlardaki duanın” somut olmayan neticeler gerçekleştiriyor olmasına gelince; işte mühim olan şey budur. Zira bu, İslam metoduna da aykırı değildir.
5- Hakeza Mefhumlar kitabında dua hakkında geçenlerin iki durumu vardır:
Birincisi: Sadece fikrin uygulanmasını istemek, onun uygulama metodundan olmayıp sadece onun uygulanmasına dönük başka bir metodun olduğunu belirten metinlerdir. Mesela düşmanın öldürülmesi durumlarında sadece dua yapılması, savaş için bir ordu hazırlamaksızın fethetmek için kalenin önünde durmamız, dahası sadece dua etmemiz gibi. İşte bu durumdaki bir dua, “sevap” gibi somut olmayan neticelerden başka bir şey gerçekleştirmez.
İkincisi: Duanın sebeplerle ilişkilendirilmesine gelince; Bu kaçınılmaz bir durumdur. Zira bu durumda “dua ve sebeplere bağlanma” ortaklığı neticelere etki edecektir Allah’ın izniyle.
“Mefhumlar kitabında”, dua hakkında başka durumlar için bir şey geçmemektedir. Bilakis bu, Ahmed’in müsnedinde, Ebi el-Mütevekkil’den oda Ebi Saîd’den Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]‘in şöyle buyurmuştur şeklinde tahriç ettiği genel hadisi de kapsamaktadır: مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَدْعُو بِدَعْوَةٍ لَيْسَ فِيهَا إِثْمٌ، وَلا قَطِيعَةُ رَحِمٍ، إِلا أَعْطَاهُ اللَّهُ بِهَا إِحْدَى ثَلَاثٍ: إِمَّا أَنْ تُعَجَّلَ لَهُ دَعْوَتُهُ، وَإِمَّا أَنْ يَدَّخِرَهَا لَهُ فِي الآخِرَةِ، وَإِمَّا أَنْ يَصْرِفَ عَنْهُ مِنَ السُّوءِ مِثْلَهَا قَالُوا: إِذًا نُكْثِرُ، قَالَ: «اللَّهُ أَكْثَرُ “Herhangi bir Müslüman Allah’a, günahı içermeyen veya sılayı rahmi kesmekle ilgili olmayan bir dua ederse Allah ona, şu üç şeyden birini verir: Ya ona istediği şeyi hemen verir veya (mükafatını) ahirette (vermek) için saklar veya da yaptığı dua kadarıyla başına gelecek kötülüğü ondan uzaklaştırır.” Dediler ki; o zaman biz, çok (dua) ederiz. Buyurdu ki: اللَّهُ أَكْثَرُ “(Allah’ın rahmet hazinesi) daha çoktur.” Yani Allahu Subhânehu, dua edene üç şeyden biriyle icabet etmektedir ki bunlardan biri de: إِمَّا أَنْ تُعَجَّلَ لَهُ دَعْوَتُهُ “Ona istediği şeyi hemen verir.” Şeklindedir. İşte bu, somut bir neticedir.
6- Binaenaleyh Mefhumlar kitabında zikredilen durumun dışında duanın somut neticelerinin olması mümkündür. Zira hadis, üç şeyden birin de أَنْ تُعَجَّلَ لَهُ دَعْوَتُهُ “Ona istediği şeyi hemen verir” durumunu zikretmiştir ki bu, somut bir neticedir. Bunun benzeri, yağmur duasında da meydana gelmektedir. Zira bu, yağmurun yağması gibi somut neticelerin gerçekleştiği “bir duadır.” Aynı şekilde rukyede de meydana gelmektedir. Zira buda hastanın şifa bulması gibi somut neticeleri gerçekleştiren “bir duadır.” Ayrıca fiziksel hastalığın tedavisinde de meydana gelmektedir…
Allah, darda kalan bir kişi dua ettiğinde onun duasına icabet ederek kullarına ihsanda bulunması bu icabeti, Allah’tan başka ilah olmadığının burhanı kılmıştır. Tüm bunlardan açığa çıkmaktadır ki buradaki darda kalana icabet etmek, dünyada olmaktadır. Zira [الْمُضْطَرَّ] “darda kalma” kelimesi, dünyadaki bir ihtiyacın talep edilmesiyle ilgili mefhumun vasfıdır. Dolayısıyla icabet, Allah’ın izniyle somut olmaktadır. Subhânehu şöyle buyurmuştur:
أَمَّن يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاء الْأَرْضِ أَإِلَهٌ مَّعَ اللَّهِ قَلِيلًا مَّا تَذَكَّرُونَ “(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri kılan mı? Allah’tan başka bir ilah mı var! Ne kadar da az düşünüyorsunuz!” [Neml 62]
Nitekim Allahu Subhânehu bize dua etmemizi emretmiş ve buna icabet edeceğini de vaat etmiştir. وَقَالَ رَبُّكُـمْ ٱدْعُونِيۤ أَسْتَجِبْ لَكُمْ “Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, icabet edeyim.” [Mümin 60] Nitekim Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], bu icabeti [إِحْدَى ثَلَاثٍ] “şu üç şeyden biri” şeklinde tefsir etmiştir ki bunlardan biri de somut bir neticedir. Tabii ki somut yada somut olmayan neticelerin gerçekleşmesi, Allahu Subhânehu’nun izniyledir.
Velhasıl:
* Mefhumlarda geçenler aşağıdaki şekildedir:
a- Metot, somut neticeleri gerçekleştiren amellerdir.
b-Sadece dua ile kalenin fethedilmesi yada düşmanın öldürmesi mevzusundaki cihadın arasının ilişkilendirilmesi… dolayısıyla dua, burada somut bir neticeye götürmez. Bilakis sadece sevaba götürür. Zira tek başına o, kalenin fethedilmesinin yada düşmanın öldürülmesinin metodu değildir…
c-İslamî fikrin uygulanması murat edilen bütün amellerin, somut olmayan neticelere yol açan ameller olması, sahih değildir. Bilakis Allah Subhânehu’nun nusret vermesi için dua etmekle birlikte savaş için ordunun hazırlanması gibi somut neticeler gerçekleştiren amellerin somut olmayan neticeler gerçekleştiren amellerle mezcedilmesi [birleştirilmesi] mümkündür.
d-Dua, metot amellerini gerçekleştirirken Müslüman için zaruri bir durumdur. Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] ve sahabe [Rıvânullahi Aleyhim]‘in yaptıkları gibi.
* İşte bu, sevaptan öteye geçmeyen duanın durumu, yani cihadın olduğu bir mesele için şeri nasların açıkladığı metodun alınmaksızın kalenin fethedilmesi gibi olan bir mesele için sadece duanın kullanılması hakkında Mefhumlarda geçenlerdir.
Diğer duaların durumlarına gelince; bu, Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]‘in şu genel hadisinin kapsamında olan bir vakıadır:
مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَدْعُو بِدَعْوَةٍ لَيْسَ فِيهَا إِثْمٌ، وَلا قَطِيعَةُ رَحِمٍ، إِلا أَعْطَاهُ اللَّهُ بِهَا إِحْدَى ثَلَاثٍ: إِمَّا أَنْ تُعَجَّلَ لَهُ دَعْوَتُهُ، وَإِمَّا أَنْ يَدَّخِرَهَا لَهُ فِي الآخِرَةِ، وَإِمَّا أَنْ يَصْرِفَ عَنْهُ مِنَ السُّوءِ مِثْلَهَا قَالُوا: إِذًا نُكْثِرُ، قَالَ: «اللَّهُ أَكْثَرُ “Herhangi bir Müslüman Allah’a, günahı içermeyen veya sılayı rahmi kesmekle ilgili olmayan bir dua ederse Allah ona, şu üç şeyden birini verir: Ya ona istediği şeyi hemen verir veya (mükafatını) ahirette (vermek) için saklar veya da yaptığı dua kadarıyla başına gelecek kötülüğü ondan uzaklaştırır.” Dediler ki; o zaman biz, çok (dua) ederiz. Buyurdu ki: اللَّهُ أَكْثَرُ “(Allah’ın rahmet hazinesi) daha çoktur.” [Ahmed, Müsnedinde tahriç etti]
Bu hadiste Allahu Subhânehu’nun, dua edenin ihtiyacının dünyada gerçekleştireceği açıklanmaktadır ki bu, somuttur. Yada yaptığı dua kadarıyla başına gelecek kötülüğü ondan uzaklaştıracağı açıklanmaktadır ki buda somuttur. Yada mükafatını ahirette vermek için saklayacağı açıklanmaktadır ki bu, somut değildir.
Allahu Subhânehu, azim fazilet sahibidir. Dolayısıyla O, Rahman ve Rahim olup kuluna duanın sevabıyla ikramda bulunduğu gibi duasına dünyada iken de icabet edecektir.
H. 04. Zilkâde 1432
01.10.2011