Soru-1:
İdeal Ekonomi Politikası kitabının [Arapça metninin] 105. sayfasının beşinci satırında şu metin geçmektedir: Dâr-ul Harp açısından olana gelince; İster Müslüman isterse de gayrimüslim olsun İslam tabiiyetini taşımayan herkes yabancı olup Müslümanın kanının ve malının haram olması dışında bunlarla hükmen harbî muamelesiyle muamele edilir. Mal ve diğer hükümlerle ilgili hükümlere gelince; bu kişiye, gayrimüslimle eşit olarak muamele edilir. Dolayısıyla nafaka hakkına sahip değildir, devletin rayesinden birine miras bırakamaz ve varis de olamaz.
Soru şudur: Dâr, öldürme, kölelik ve din farkı gibi mirasın engellerinden (manilerinden) midir? O halde farz edelim ki Müslüman bir adam Dâr-ul Küfür de yaşıyor ve onun babası da Dâr-ul İslam da yaşıyor ve babası da vefat etti. Peki bu kişinin babasına varis olamayacağının delili nedir? Yani Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]‘in; إن الله أعطى كل ذي حق حقه “Allah, her hak sahibinin hakkını vermiştir” kavline binaen bu malı hak ediyor mu yoksa hak etmiyor mu?
Soru-2:
Esselemu Aleykum Verahmetullahi Vebarakatuh…
Ben Finlandiya’da yaşayan şebabtan birisiyim. Bizim buradaki iftar vakitleri hususunda sormak istiyorum. Zira güneş kaybolsa da burada, “gece karanlığı” oluşmamakta ve günbatımının uzak olmasından dolayı da alacakaranlık gibi kalmaya devam etmektedir. Benim Finlandiya’nın Kuzeyi’ndeki uzak bir bölgede, yani başkent Helsinki’ye 800 km. uzak olan bir bölgede yaşadığım ve burada Müslümanlardan çok az bir gurubun olduğu da bilinmelidir.
O halde (“gün batımının” akşam yaklaşık 11 sularında olduğu dikkate alındığında) günbatımı vaktinin az çok bilinmesiyle birlikte fecir anındaki imsak vakitlerini nasıl taktir edeceğiz? Fecre gelince; bilinen manadaki “gecenin” olmaması dikkate alındığında onun vaktini belirlemek çok zordur. Peki o zaman bizim, ramazan orucunu başka bir zamanda tutmamız sahih olur mu? İmsak [fecir] için belirlenmiş olan zamanın bulunmaması, [حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الأَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ “Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayrılıncaya kadar… [Bakara 187] ayetine göre] orucun sıhhatini etkiler mi? Yoksa benin başkent Helsinki’deki cami vakitlerini mi takip etmem gerekir?
Soru-3:
Anayasa Mukaddimesi kitabının ikinci bölümünün 20. sayfasının 26. satırında aşağıdaki şekilde geçmektedir:
Fakat kafir bir kimse, haracî bir araziye sahip olursa ona harac düşer, öşrî bir araziye sahip olursa ona öşür değil harac düşer. Çünkü araziyi işlevinden yoksun bırakmak doğru olmaz ve kafir de öşür ehlinden olmadığından dolayı harac belirlenir.” Yine aynı fikir, Maliye kitabının 48. sayfasında başka ifadelerle geçmektedir ki oda şöyledir: “Çünkü ister öşür isterse harac olsun araziyi işlevinden yoksun bırakmak doğru olmaz.”
Soru şudur: “Çünkü ister öşür isterse harac olsun araziyi işlevinden yoksun bırakmak doğru olmaz.” Şeklindeki bu ibare, öşrî bir araziye sahip olan kafire haracın farz olduğuyla ilgili hükmün talili olarak gelmiştir. Ancak bu illete nasıl delil getirildiği açıklanmamıştır. Dolayısıyla illetin şeri olması gerektiği için ya sarahatan ya delaleten ya insitinbaten yada kıyasen şeri naslarda varit olması gerekmektedir. Bu illetin delili nedir?
Bu illet sabit olsa bile başka bir soru daha varit olmaktadır ki oda şudur; öşrün, sadece Müslümana farz olan bir zekat olup zekatı alınan malları açıklayan hükümleri biliyoruz. Yine bir Müslümanın sahip olduğu öşrî arazinin, salatalık, şeftali, zeytin ve benzerleri gibi zekatı farz olmayan ürün türlerinin ekilmesi halinde ise bunların hem öşrünün hem de haracının verilmediğini de biliyoruz. Ancak bu durumda arazi işlevinden yoksun bırakılmaktadır. O halde salatalık ve zeytinin zekat sınıflarından olmadığını ve arazinin işlevinden yoksun bırakmanın doğru olmamasından dolayı da harac ödenmesi gerektiğini söyleyebilir miyiz?
Soru-4:
Menhac kitabının 53. sayfasında şöyle geçmektedir: “Şüphesiz İslam’a dönük bir kamuoyunun oluşması, İslam’ın ümmetin kurtuluş ümidi haline gelmesi, Hilafet konuşulmazken herkes tarafından konuşulmaya başlaması, Hilafet’in ikamesi ve Allah’ın inzal ettikleriyle yönetimin geri gelmesinin tüm Müslümanların umudu haline gelmesi Allah’ın bizlere ve insanlara bir fazlıdır.”
Burada kamuoyundan bahsedilmiş ama genel uyanıklıktan bahsedilmemiştir. Bunun bir nedeni var mıdır? Yine metodun ikinci merhalesi tartışılırken kitabın 45. sayfasında şöyle geçmektedir: “Ümmet nezdinde genel bir uyanıklık oluşturmak ve onunla kaynaşmak için… ümmetin genelini, hizbin benimsediği İslam fikirleri ve hükümleriyle toplu olarak kültürlendirmek…” Yani genel bir uyanıklığı şart koşarken kamuoyundan bahsetmemektedir…?! Neden böyle bir farklılık vardır?
Sonra, “genel uyanıklığın” manası nedir? Mesela Hilafet’e dönük genel bir uyanıklık nasıl olacak?
Soru-5:
Kitaplarımızda: insanın temel ihtiyaçlarının, yemek, giymek ve mesken gibi üç olduğu geçmektedir. O halde aşağıda geçenler dikkate alındığında aynı şekilde tedavinin de insanın temel ihtiyaçlarından olduğunu söylememiz caiz olur mu?:
Bazı tehlikeli hastalıklar vardır ki tedavi edilmediği zaman bu, bedene büyük bir zarar verebilmektedir. Bu ise şu zarar kaidesine göre caiz değildir: لا ضرر ولا ضرار “Zarar vermekte yoktur. Zarar görmekte yoktur…”
Soru şudur: Hastalığın, ağır ve hafif olmak üzere iki çeşit olduğunu söylememiz caiz olur mu? Soğuk algınlığı, burun akıntısı, baş ağrısı.... ve benzerleri gibi hafif hastalıkların tedavisi menduptur ve beyin ve kalp ameliyatı, grip, bacak kırılması... ve benzeri gibi ağır hastalıkların tedavisi farzdır gibi…?
Soru-6:
Oturumların birinde dua konusu hakkında bir tartışma meydana geldi. Özellikle de Mefhumlar kitabının 64. sayfasında geçenler hakkında… Kitapta varit olanlar alındığında: Dua, sadece sevap talep etmek için midir? Yoksa onun, somut bir neticesi olabilir mi? İslamî fikrin uygulama metodu, duaya dahil değil midir dahası o, somut neticeleri gerçekleşen meddî eylemler midir? Bu amellerin, dua ile ilişkilendirilmesi İslam metoduna aykırı mıdır? Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]‘in şu hadisi ne anlama gelmektedir:
مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَدْعُو بِدَعْوَةٍ لَيْسَ فِيهَا إِثْمٌ، وَلا قَطِيعَةُ رَحِمٍ، إِلا أَعْطَاهُ اللَّهُ بِهَا إِحْدَى ثَلَاثٍ: إِمَّا أَنْ تُعَجَّلَ لَهُ دَعْوَتُهُ، وَإِمَّا أَنْ يَدَّخِرَهَا لَهُ فِي الآخِرَةِ، وَإِمَّا أَنْ يَصْرِفَ عَنْهُ مِنَ السُّوءِ مِثْلَهَا قَالُوا: إِذًا نُكْثِرُ، قَالَ: «اللَّهُ أَكْثَرُ “Herhangi bir Müslüman Allah’a, günahı içermeyen veya sılayı rahmi kesmekle ilgili olmayan bir dua ederse Allah ona, şu üç şeyden birini verir: Ya ona istediği şeyi hemen verir veya (mükafatını) ahirette (vermek) için saklar veya da yaptığı dua kadarıyla başına gelecek kötülüğü ondan uzaklaştırır.” Dediler ki; o zaman biz, çok (dua) ederiz. Buyurdu ki: اللَّهُ أَكْثَرُ “(Allah’ın rahmet hazinesi) daha çoktur.” Yani burada, Allah’ın dua edenin ihtiyacını dünyada iken hemen gerçekleştirebileceği şeklinde duadan dolayı meydana gelen somut neticeler yok mudur? Ayrıca Allah, Âyet-i Kerime’de darda kalan bir kişi dua ettiğinde onun duasına icabet edeceğini söyleyerek kullarına ihsanda bulunmaktadır: أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ “(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren mi?” [Neml 62]
Bu hususu açıklamanızı rica ediyoruz. Allah sizi hayırla mükafatlandırsın?
Soru-7:
Hilafet Devleti’nin Cihazları kitabının 13. sayfasında şöyle bir ibare geçmektedir: “İslam’da Yönetim Nizamı, demokrasinin hakiki manası ile demokratik de değildir.” Sanki ibarede bir karışıklık var gibi… Zira “hakiki manası” şeklinde zikredilmesinin ne faydası var ki? Bu hususu açıklmamanızı rica ediyoruz. Allah sizi hayırla mükafatlandırdın.
Soru-8:
Yöneticinin, İnsanların mallarına fiyat koymasının haram olduğunu biliyoruz. Çünkü Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], şöyle buyurmuştur:
إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْخَالِقُ الْقَابِضُ الْبَاسِطُ الرَّازِقُ الْمُسَعِّرُ وَإِنِّي لارْجُو أَنْ أَلْقَى اللَّهَ وَلا يَطْلُبُنِي أَحَدٌ بِمَظْلَمَةٍ ظَلَمْتُهَا إِيَّاهُ فِي دَمٍ وَلا مَالٍ “Şüphesiz yaratan, (rızkı) daraltan, genişleten, rızk veren, alan ve fiyatı koyan Allah’tır. Ben istiyorum ki, hiç kimsenin ne mal ne de kanıyla ilgili olarak kendisine yapmış olduğum bir zulümden dolayı benden hak talep etmediği bir şekilde Allah’a varayım.” [Ahmed rivayet etti]
Aynı şekilde Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ دَخَلَ فِي شَيْءٍ مِنْ أَسْعَارِ الْمُسْلِمِينَ لِيُغْلِيَهُ عَلَيْهِمْ فَإِنَّ حَقًّا عَلَى اللَّهِ تَبَارَكَ وَتَعَالَى أَنْ يُقْعِدَهُ بِعُظْمٍ مِنَ النَّارِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ “Kim Müslümanlara karşı fiyat arttırmak için onların fiyatlarından bir şeye müdahale ederse, o kimseyi kıyamet gününde bir ateş yığınına oturtmak Allah’ın üzerine hak olur.” [Ahmed rivayet etti]
Soru şudur: Bölgedeki bazı tüccarlar, mesela pirinç tüccarlarının bir araya gelerek bu pirinci tüccarlara ve insanlara belirli bir fiyata satmak üzere uzlaşarak bir mala fiyat koysa, bu malın tüccarlar arasında ittifakla fiyatlandırılması haram sayılır mı? Yoksa haram olan devletin fiyat koyması olup tüccarların bir malın fiyatlandırılması üzerinde ittifak etmesi değil midir?
Soru-9:
Tüm peygamberlerin mi ictihatta bulunmaları caiz değildir yoksa bu sadece Mustafa [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] için mi geçerlidir?
Çünkü İbn-u Kesir’in Enbiya suresinin 78. ayetinin tefsirinde İbn-u Mesud ve İbn-u Abbas’tan, efendimiz Davud’un, çoban ile çobanın koyununun ekinini yediği ekin sahibi arasında koyunun ekin sahibine ait olduğuna hükmettiğini söylediklerini aktarmıştır. Sonra oğlu Süleyman ona, bu böyle değil ey Allah’ın nebisi demiştir. Ardından onlar hakkındaki hüküm şu şekilde açıklanır: Koyun sahipleri, eski haline gelinceye, yani koyun yemeden önceki haline gelinceye kadar araziyi ekecekler ve koyunu da ekin sahibi alacak ve sütünden de faydalanacaktır. Allahuteala’nın bu husustaki kavli şöyledir: فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمَانَ “Böyelece bunu (bu fetvayı) Süleyman’a biz anlatmıştık.” [Enbiya 79] Öyleyse bu, efendimiz Davud’un içtihatta bulunduğu, efendimiz Süleyman’ın da onu düzelttiği anlamına gelmiyor mu?
Soru-10:
Birincisi: Kocanın spermi ile kadının yumurtası laboratuvarda birleştirilip ardından da döllenmiş yumurta, çocuğun gebeliğini kabul eden alternatif bir kadının (taşıyıcı annenin) rahmine konulmaktadır. Çünkü kadın, tıbbi olarak yada başka bir sebepten dolayı hamile kalamamaktadır. Bu caiz midir? Döllenmiş yumurta sahibi olan karı-kocanın evli olduklarının dikkate alınmasını rica ediyorum.
İkincisi: Şayet alternatif anne, erkeğin ikinci eşi olmuş olsa nasıl olur? Ortada buna izin veren herhangi bir şart var mıdır? Mesela kocanın, yumurtanın nakledilmesine rıza göstermeyip döllenmiş yumurtaya zarar vermesi halinde diğer eşini boşamakla tehdit etmesi gibi.
Soru-11:
Hizb-ut Tahrir’in Siyasî Mefhumları kitabının 75. sayfasında “Devletlerarası Çatışmanın Etkenleri” başlığı altındaki konuda şöyle geçmektedir: “Devletlerarası çatışma, tarihin doğuşundan bu yana ve kıyamet gününe kadar şu iki etkenden biri dışına çıkmaz: Ya egemenlik ve gurur sevgisi yada maddi çıkarların peşinde koşmaktır. Egemenlik sevgisi: Ya Nazi Almanya’sı ve faşist İtalya’nın durumunda olduğu gibi ümmetin ve halkın egemenliği sevgisi yada yaklaşık bin üç yüz yıl boyunca İslami Devlet’in durumunda ve kurulmasından yetmiş yıl sonra geçen asrın doksanlı yıllarının başında yıkılmasının öncesinde otuz yıllık ömrü boyunca komünizm devletinin durumunda olduğu gibi ideoloji ve ideolojiyi yayma egemenliği sevgisi şeklinde olur.”
İslam Devleti’nin, diğer devletlerle olan çatışmasının ideolojinin egemenlik sevgisinden kaynaklanmadığını biliyoruz. Çünkü egemenlik sevgisi, beka içgüdüsünün tezahürlerinden biri olup İslam ideolojisinin yayılması ve bizim bundan dolayı sevinmemiz, beka içgüdüsünden kaynaklanmayıp bilakis Allah’ın emir ve yasaklarından kaynaklanmaktadır. Yani tedeyyün içgüdüsüyle ilgilidir. Çünkü İslam Devleti açısından uluslararası çatışma İslam’ı yaymak içindir? Mefhumlarda geçen bu hususu açıklamanızı rica ediyoruz. Allah sizi hayırla mükafatlandırsın.
Soru-12:
Emval kitabının 35 ve 36. sayfalarında, ganimet ile enfalin dağıtımının Veliyyul Emrin yetkisinde olduğunu ve bunları maslahat gördüğü şekilde dağıttığını söylüyoruz. O halde Allahuteala’nın: وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا غَنِمْتُم مِّن شَيْءٍ فَأَنَّ لِلّهِ خُمُسَهُ “Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a aittir.” [Enfal 41] şeklindeki kavlinde geçen beşte bir nassı ne anlama gelmektedir? Yani bu, Veliyyul Emr isterse ganimeti dağıtır isterse payını Beyt-il Mâl’e verir anlamına mı gelmektedir. Zira o, beşte birle sınırlıdır. Ayrıca (Bu, benimsenen anlayışımıza aykırı mıdır?) Yoksa o, ganimetin yarısını Beyt-il Mâl için alıp diğer yarısını da savaşçılara dağıtabilir mi?
Sonuç olarak, madem ki bütün ganimetlerin dağıtımı İmamın emri yetkisindedir o halde ayetteki beşte bir metnini nasıl anlamamız gerekir? Allah sizi mübarek kılsın.